31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni Yıla Girerken...

Yaklaşık dört aydır üstünde çalıştığım iki kitabın çevirisi yaklaşık bir saat önce nihayet bitti. Tabii ki önümüzdeki bir ay boyunca düzeltmeleri, kontrolleri için de uğraşacağım ama omuzlarımdaki yük epey hafifledi. Artık yeni yıla girebilirim :) 

Yeni yıl demişken, eskisi nasıl geçti diye düşündüm de... 

Bir kere hayatıma Ayşe Ece girdi, benim minik güneşim. Küçücük bir insanın hayatı nasıl da güzelleştirebileceğini öğrendiğim bir yıldı. 

İş açısından da verimli geçtiğini düşünüyorum. Çok beğendiğim bir yazarın iki kitabını birden çeviriyorum. Bu işten alnımın akıyla da çıkabilirsem mesleki anlamda benim için büyük bir adım atmış olacağım. 

Hayatımla ilgili bazı kararlar aldığım ve uygulamaya başladığım bir yıldı. Bundan sonrası için planlar yaptığım bir yıldı. Gelecek için bol bol hayaller ve yapılacaklar listesi biriktirdiğim bir yıldı. İstersem birçok şeyi yapabileceğimi fark ettiğim bir yıldı. 

                                                                     ***

Her yeni yıl yeni bir defter gibi geliyor bana. Hani okuldayken, size de olur muydu bilmem, yeni deftere başladığınızda bir süre özene bezene yazarsınız yazıları. Sonlara gelince de nasıl olsa defter bitiyor diye çalakalem yazmaya başlarsınız. Önümüzdeki yıl istiyorum ki hep yepyeni bir defter gibi kalsın benim için. Her gününü özenerek, hakkını vererek yaşayayım. 

Bir de yeni yılda yapmak istediklerimin bir kısmını buraya da -karışık düzende- yazmak istiyorum. (Önümüzdeki yılbaşında, Allah ömür verir de hala hayatta olursam ne kadarını yapmışım diye bakmak üzere.) 
 
* Daha fazla kitap, mümkünse en az 40 tane kitap okumak.
*Ayda en az bir kez sinemaya ya da tiyatroya gitmek (Bu yıl Ayşe Ece küçük olduğu için bunları hiç yapamadık. )
*Arada sırada yakın yerlere ailecek gezi düzenlemek. 
*Bunu şu anda da yapmaya çalışıyorum ama kozmetik, deterjan, katkılı gıdalar gibi şeylerde tüketimi en aza indirmek. 
*Beğendiğim birkaç yayınevinden biri için çeviri yapmak.
*Buraya en az haftada bir yeni yazı yazmak.
*Bilgisayardaki çekip çekip attığımız fotoğrafları bir düzene koyup güzel olanları tab ettirmek (tab ettirmek hala kullanılıyor mu ya bu arada:)
*Evdeki eşyaları ve giysileri azaltmak.
*Dikiştir, nakıştır, örgüdür; bunlara geri dönmek.
*Yeni bir dil öğrenmek ya da unutmaya yüz tuttuğum Fransızcamı ilerletmek.
*Kafamdaki yeni iş projeleri için araştırma yapmak. 
*Uzun zamandır (üniversiteden mezun olduğumuzdan beri) yüz yüze görüşemediğim bir arkadaşım var, onunla görüşmek.
*En azından iki haftada bir yeni bir tarif denemek.
*Bugünün işini yarına bırakmamak. 
*Yukarıdaki maddeyle bağlantılı olarak, ütülenecekleri -şu an olduğu gibi- biriktirmemek.

Benim listem -daha doğrusu bir kısmı- bu kadar. İnşallah seneye baktığımda bunların en azından yarısını gerçekleştirmiş olurum.

Herkese sağlıklı, mutlu, huzurlu ve başarı dolu bir yıl diliyorum. 

15 Aralık 2014 Pazartesi

Bir İhtimal Daha Var, O da Kabullenip Huzura Ermek mi Dersin?





Vakit yok, vakit yok, vakit yok. Daha yapılacak işler var, acele etmem lazım. O restorana mı gidelim, cık olmaz; şimdi hazırlan, kızı hazırla, git, gel, bir sürü zaman. Daha benim çevirim var, ütü var, ev desen leş gibi. Kendi kendine olmayacak ya bunlar, yine ben yapacağım. O zaman gitmeyelim, evde kalalım, sen çocuğa bak, ben de işlerimi yapayım. Kızım, biraz kendi kendine oyalansan, ben de işlerimi halletsem. Ne senle ilgilenebiliyorum ne işimi yapabiliyorum ne de ev işlerini. Kendine zaman ayırmak mı, o da neymiş? Saçımı tarayacak vaktim yok benim. Ne yapacağım ben? Kendimi mi klonlasam yoksa günü yirmi dört saatten daha uzun hale getirmeye mi çalışsam? 

Huzura ermeden önceki temsili ben
İşte kısa zaman önceki ben... Yaklaşık bir aydır kendimi yay gibi gergin hissediyordum. Hiçbir şeye yetişemiyorum, hayat akıp gidiyor ama ben olduğum yerde sayıyorum hissi kaplıyordu her yanımı. O kadar gergindim ki ki bir sürü uçuk çıkarıp durduk yere hasta olmuştum, sonuçta o kadar stres bir şekilde patlak veriyor. İşin ilginci ben böyle panik halde her şeye yetişmeye çalışırken aslında yapmam gereken hiçbir şeyi yapamadığımı fark ettim. Üstüne üstlük bundan çevremdekiler de olumsuz etkileniyordu. En başta da hiçbir suçu olmayan küçük kızım. Ondan büyük bir insan gibi davranmasını bekliyordum, hangi akla hizmetse. Bunu kabullenememiştim, bebekse bebekliğini bilsin, bak oyalanacağı bir sürü şey var, ben de oynuyorum zaten arada sırada, neden sürekli yanında olmamı istiyor ki diye düşünüyordum. Çünkü böyle olunca başka hiçbir şeyle ilgilenemiyordum, hayat akıp gidiyordu, ben öylece dururken. 

Sonra bir gün, sanki kafama saksı düşmüş gibi, birden aklım başıma geldi. Ben ne için uğraşıyorum diye sordum kendime. Asıl amacım sevdiklerimle birlikte mutlu olmak değil miydi? Dualarımda ilk istediğim şeyler, sağlık, sabır ve yaşama sevinci değil miydi? Ancak ne sağlığım, ne sabrım ne de yaşama sevincim kalmıştı elimde. Bir şeyler ters gidiyordu. O an anladım, bendekinin kabullenememe hastalığı olduğunu. Mesela, her şeyi aynı anda ve tastamam yapamayacağımı kabullenemiyordum ya da kızımın daha çok küçük olduğunu, onun için oyunun her şey demek olduğunu, tamam bir saat annemle oynadık, şimdi tek başıma zaman geçireyim gibi bir düşüncesi olamayacağını; evin her zaman temiz olmak zorunda olmadığını; ailecek birkaç saat de olsa dışarıda geçireceğimiz zamanın aslında bana yol, su, elektrik olarak geri döneceğini vs. vs. kabullenemiyordum. 

Bu da sonraki halimin temsilidir :D

Dur dedim içimdeki huysuza. Yeter artık senin hükümdar olduğun! Artık ben geçiyorum tahta. Ben kim miyim? Her şeyi kabullenip huzura eren kadın. Gün boyu küçük kızı uyanık olduğu sürece sadece onunla zaman geçiren, akşamları eşinin gelmesiyle çevirisini yapan, ev işlerini de küçük parçalara bölüp yavaş yavaş halleden, dışarı çıkmayı gözünde büyütmeyen kadın. O kadar vaktim kalıyor ki saçlarımı aheste aheste tarayıp çay keyfi bile yapabiliyorum. (Gülmeyin, bunlar küçük bebekli kadınlar için büyük lüks :) Şu işe bakın ki panik yapmayınca, kabullenince, rahatlayıp huzur dolunca bütün işlerimi daha çabuk ve kolay hallettiğimi gördüm. Kızımın ve eşimin de bu şekilde daha mutlu olduklarını söylemiyorum bile. Ama en çok insanın kendi faydalanıyor bu durumdan. Sizlerin hayatında neler var böyle, neyi kabullenemiyorsunuz mesela? Bir düşünün ve sonra kabullenin. Gerisi saf huzur...

Not: Yukarıda demiştim ya, kızımla ilgilenince başka şeyle uğraşamıyordum, hayat akıp gidiyordu diye. Bu huzur dolu kadın fark etti ki aslında kızıyla geçirdiği o anlar hayatın ta kendisi, onun yeni bir şeyler öğrendiğini, sizin yaptığınız komik bir şeylere katıla katıla güldüğünü seyretmek dünyalara bedel... 

Not 2: Şimdi yazdıklarımı tekrar okudum da önceki halim ne şirretmiş, evlerden ırak :D

29 Kasım 2014 Cumartesi

Yaşamak Güzel Şey...



Dün sevdiğim şairlerden Melih Cevdet Anday'ın ölüm yıldönümüymüş. Burada, Malatya'da hava çok güzel, sonbaharın teknik olarak son günleri ama bugün hava güneşli. Bu güzel havaya onun bu güzel şiiri iyi gider bence:


ÇOK GÜZEL ŞEY

Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Dostuna güveniyorsan
Üstelik hava da güzelse
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu.
Not: Bakmayın yukarıda sadece şair dediğime, kendisinin aynı zamanda romanları, tiyatro oyunları, deneme ve makaleleri de mevcut.

18 Kasım 2014 Salı

Ben Bugün Bunu Öğrendim: Bıyıklılar İçin Fincan

Şimdi başlık biraz acayip oldu ama açıklayayım: Çeviri yaparken bazen öyle kelimelere, ifadelere denk geliyorum ki araştırdığımda gerçekten beni şaşırtan, "ya, böyle bir şey de mi varmış?" dediğim şeyler çıkıyor ortaya. Bugün de onlardan birini paylaşmak istiyorum sizlerle.

Bu moustache cup (Türkçede tam karşılığı yok ama ben bıyıklılar için fincan demeyi tercih ettim) 1800'lü yılların ortalarında İngiliz çömlekçi Harvey Adams tarafından icat edildiği düşünülen bir fincan çeşidi. Görselden anlaşılacağı üzere, fincanın iç tarafında bir çıkıntı ve bunun da kenara yakın kısmında içeceğin gelmesi için bir açıklık var.

                    

                    

Her icat bir ihtiyaçtan doğar ya, bunun da hikayesi şöyleymiş: Şimdi 1800'lerde moda olan bıyık, yazar Thomas Hardy'de örneğini göreceğiniz üzere genelde şöyleymiş:

                     thomas hardy banner.jpg

Ve bu bıyıklara eğilip bükülmesinler, şekilleri şemalleri güzel olsun diye saç cilası (wax) sürülürmüş. Tabii sıcak bir şey içerken içecekten çıkan buhar cilayı eritip içeceğin içine akmasına neden olurmuş. İçecekten dolayı kirlenen bıyıkları söylemiyorum bile. İşte bunları önlemek için bu fincanlar icat edilmiş. Ondan sonra bıyıklılar rahat bir nefes almış, sıcak içeceklerini gönül rahatlığıyla içmişler. Böyleyken böyle işte. Bu gereksiz bilgiyi de öğrendiğimize göre evlerimize dağılabiliriz.

İmza: Kapanışı nasıl yapacağını bilemeyen yazar

2 Kasım 2014 Pazar

Bunu Evde Deneyin: Nar Ekşisi Yapımı

Annem birkaç yıldır nar ekşisini evde kendi yapıyor. Bize de yapmıştı ama geçen pazar evin yanındaki manavda ekşi narları görünce alıp biraz daha yapalım dedik. Toplamda on bir kilo narı alıp geldik. Sonra neler yaptık, işte burada:

Önce yere naylon bir örtü serdik güzelce, çünkü dikkatsiz olursanız etraf batabilir. Sonra ben, annem ve Ahmet örtünün başına toplandık. Ben narları enlemesine ikiye böldüm. 


Ahmet bunları hafifçe sıktı. Sonra annem bunların üstüne tahta bir kaşıkla vurarak taneleri bir kaba döktü.

Tüm taneler döküldükten sonra bunları güzelce ovalayarak, ezerek suyunu çıkardı. 


Ardından bir tülbentten geçirdi ki narın zarları vs. suyun içinde kalmasın. Çünkü kalırsa bu ekşiye acı bir tat verir. Suyun içinde bir şey kalmadığından emin olduktan sonra bunu tencereye koyup harlı ateşte pişirmeye başladık. Arada yüzeye çıkan köpükleri alarak suyun koyulaşmasını bekledik. Toplamda iki saatte nar ekşimiz pişti. Sonra soğumasını bekleyip şişeye doldurduk.

Toplamda 11 kilo nar aldık, bunun bir kilo kadarı çürük çıktı. Sonuçta çıkan nar ekşimiz 750 ml kadardı.

Alacağınız nar çok ekşi değilse içine biraz limon suyu ekleyip pişirebilirsiniz. (Bu da ufak bir hile :)

Tencerenin altını kapattığınızda nar ekşisi koyulaşmamış olabilir ama soğudukça da koyulaşacaktır. Bir de marketlerden aldığınız nar ekşili soslar kadar yoğun kıvamlı bir sonuç beklemeyin.

Sonunda el emeğiniz, katkısız, mis gibi nar ekşiniz olacak. Sonra bol salatalı günleriniz...

28 Ekim 2014 Salı

Bunu Evde Deneyin: Bebek Odası İçin Kapı Çelengi


Bugün, Ayşe Ece'nin odası için hazırladığım kapı çelengini ya da süsünü (nasıl seviyorsanız artık) paylaşmak istiyorum sizlerle.


Yapımı kısaca şöyle:

Öncelikle daire şeklindeki straforun üzerini poplin, puantiyeli kumaşla sardım, aralarda açılabilecek yerleri silikon tabancasıyla sabitledim.


Daha sonra üzerine evdeki kuru ağaç dallarını yapıştırdım (Bu arada bu dallar üç senelik, evlenirken ta Adana'dan, hayıt ağacından koparmıştım, gelin buketinde kullanmak üzere.). Bunun etrafına  keçeden hazırladığım kuşları, bulutları, tüyleri ve güneşi göz zevkime göre yerleştirdim. Alt kısma yine keçeden hazırladığım kalpleri ve üs tarafa da asmak için pamuklu kurdeleyi yapıştırdım. 


Keçelerin hepsi iki taraflı; iç kısımlarına elyaf koyup etraflarını diktim. Orlon iple kuşlara göz ve kanat, kalplere harfleri işledim (Böyle ıncık cıncık detaylarla uğraşmaya da bayılırım bu arada). 


Toplam maliyeti aşağı yukarı 10 lira oldu. Yaklaşık bir günde de tamamladım. 

Biraz el becerisi, biraz hayal gücü... Sonuçta bundan çok daha güzellerini yapabilirsiniz. Şimdiden kolay gelsin :)

17 Ekim 2014 Cuma

Bebekli Hayat: Potette Plus

Bebek sahibi olup tuvalet iletişimi yapanlardan ya da tuvalet eğitimi vermeye çalışanlardansanız ve bu ürünü duyduysanız ama nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsanız, yazım sizler için. Ya da hiç alakanız olmayabilir ama bence okuyun. Sonuçta bilgi bu, sakla samanı gelir zamanı :)

Efendim, bu Potette denen şey şöyle bir şey:

               


Videodan anlaşıldığı üzere gerektiğinde klozet adaptörü, gerektiğinde lazımlık. Dışarı çıktığınızda yanınızda taşıyabiliyorsunuz. Bunun için markanın kendi özel, orta kısmında emici bir kısmı olan poşetleri var. (Ürünü aldığınızda bunlardan üç tanesi hediye geliyor.) Ama, her ne kadar orijinali gibi olmasa da, aynı boyutlarda başka poşetleri de kullanabilirsiniz. Biz daha çok evde kullanıyoruz. Evde kullanım için ikinci görseldeki gibi tahminimce silikondan, ayrı bir parça daha var. Bu, ana parçadan ayrı olarak satılıyor. Ben bu parça yerine şöyle bir çözüm geliştirdim kendimce: Ana parçayı, yani aşağıdaki görselde adaptör olarak kullanılan şeklini eski, kullanmadığım bir plastik kabın üzerine koyuyorum. Ama dikkat ettiğim şey, gövdenin yanlardaki mavi parçaları hariç kabın içine tam olarak oturması ve sağa sola hareket etmemesi. Dışarıda kalan mavi parçaları kızım destek olarak kullanıyor, otururken buralardan tutunuyor bazen. Bu şekilde oldukça da memnunuz. Sanırım kilosu artana kadar bu şekilde idare ederiz. Daha sonra da klozete geçeriz diye düşünüyorum.

                   
                   

Her annenin rüyası demeyeceğim elbette. Ama gerçekten de güzel, tavsiye edebileceğim bir ürün. Potette'yi Ayşe Ece yaklaşık yedi aylıkken kullanmaya başladık. İlk aldığımızda bir-iki sefer oturmak istemedi doğal olarak, çünkü her zaman kucağımdayken tuvalete tutuyordum. Ama sonra alıştı, kendince şarkılar, türküler söyleyerek işini hallediyor küçük hanım.

Sekizinci ayı bitirdiğimizde ise artık tuvaleti yoksa oturmamak için direniyor, ama oturduysa ve diyelim çişini yaptı, işi hala bitmedi ve ben de bu sırada kaldırmak istediysem inatla kalkmıyor, oturmaya devam ediyor. Yani artık bunun ne işe yaradığını tam olarak kavradı. Benim için komik olan bir şey de sekizinci ayın başlarında çişini yaparken, ben ne yapıyorum ya dercesine eğilip çişini görmeye çalışmasıydı :)


11 Ekim 2014 Cumartesi

Bebekli Hayat: Emzirmek Güzeldir

Uluslararası Emzirme Sembolü
                                   

Emzirmek güzeldir. Evet, belki de dünyanın en güzel iletişim şekillerinden birisi. Ancak benim bu konudaki ilk deneyimim ne yazık ki çok da güzel olmadı.

Hamile kaldığımda doğum konusunda o kadar araştırıp okuyan, kendimi doğuma en iyi şekilde hazırlayan ben maalesef emzirme konusunu hiç araştırmamıştım. Nasıl olsa çocuk doğunca güzelce emecekti. Bu kadar basitti. Aslında bu kadar da basit ama ben bilemedim işte. 

Daha önce okuyanlar bilirler evde doğum yaptığımı. O ilk anlar bir tür şok içinde geçmiş sanırım, şimdi dönüp bakıyorum da. Kızım dünyaya geldi, birkaç dakika durduktan sonra göbek bağını kestim, sonra kucağıma aldım. Göğsüme koydum ama sütüm gelmemişti. Bu konuda tek bildiğim annemin, benim hep son haftalarda sütüm akmaya başlar sözleriydi. Bende öyle bir durum olmamıştı. Doğumda çektiğim sancı da çok kısa olduğundan ( nişanın gelmesinden bebeğin doğmasına kadar geçen süre toplamda 5 saat kadardı ve bunun bir saati aktif sancıyla geçti) sütüm hemen gelmedi. 

Bebek emdikçe sütün geleceğini bilmiyordum. Önce süt akacak ki bebek emecek diye düşünüyordum. (Ben ettim bir cahillik, siz etmeyin; çevrenizde yeni anne varsa söyleyin onlar da etmesinler.) 

Her neyse, akşam beş sularında doğan kızımızla birkaç saat sonra hastaneye kontrole gittik. Kızım bu arada hep uyuyordu. Ben de arada emzirmeyi denedim ama kızımı uyandıramadık bir türlü. Bu arada görümcem, kuzenim masajla falan sütü getirmeye çalıştılar. Gece ikiye doğru ısrarla kızımı mememe yapıştırmam sonunda beklenen süt geldi ve kızım da doğru düzgün emmeye başladı. Sonunda başarmıştık. 

İyi, güzel ama bu sefer de bebeği nasıl tutacağımı bilemedim. (Acemilik kötü şey.) Zaten bebek yeni doğduğunda hamur gibi bir şey, insan korkuyor nasıl tutacak bunu diye. Öne doğru eğiliyorum, kendimi kasıyorum. Öyle ki ilk iki hafta falan sırtım, kollarım fena halde ağrıdı. Sonradan arkaya, sağa, sola, her yere yastıklarla destek yapmaya başladık. Bir yastık deryasıyla beraber yaşıyordum adeta. Tam her şeyi yoluna koydum derken bu sefer de meme yaraları çıktı. Bebeği doğru pozisyonda emzirmediğim için meme uçlarım tahriş olmuştu. Tahriş basit kaçar aslında. Bildiğiniz uçları yarılmıştı. Emzirirken canım o kadar yanıyordu ki tepine tepine, ağlaya ağlaya emziriyordum resmen. Annemler, Ahmet, herkes bir çare bulmaya çalışıyordu canımın yanmasına. Bir sürü şey denedim. Aslında bu da ayrı bir yazı konusu olur. Sonuçta Lansiloh krem, zeytinyağı, gülsuyu+ayva çekirdekleri jeliyle ve evde memeler hep açık şekilde dolaşarak yaraları iyileştirmeyi başardım. Halbuki bu yaraları açmadan emzirmek çok da basitmiş.



*Öncelikle siz doğru pozisyonda olun. Sırtınıza, sağınıza, solunuza yastıklarla destek yapın. Kullanırım diyorsanız emzirme yastıklarından alın; ben kullanmadım ama kullananlar işe yarar olduğunu söylüyorlar.

*Bebeğin sadece yüzü değil, tüm vücudu size dönük olsun. Yani göbekleriniz birbirine değsin. Bebeği daha rahat tutmak için de en azından ilk birkaç hafta bebeği kundaklamanızı tavsiye edebilirim. Kundaktan kastım bebeği sımsıkı sarmak değil; sadece onu daha rahat tutmanızı sağlamak ve onun da kendini daha güvende hissetmesini sağlayacak şekilde ince, pamuklu bir örtüyle sarmalamak.

*Bebek ağzına memenizin kahverengi kısmının tümünü almalı. Yani benim meme ucum yok, bu bebek nasıl emecek diye endişe etmek yersiz. Bebek eme eme o ucu çıkarıyor zaten. Eğer emzirirken acı duymaya devam ediyorsanız bir yerde hata var demektir. Bebeğin ağzından memeyi çıkarıp tekrar vermeye çalışın. Bu çıkarma işlemini de bebeğin dudağının kenarına parmağınızı yavaşça sokarak yapabilirsiniz.
 
                                 Proper Latch in Breastfeeding

*En azından ilk başlarda her emzirmeden sonra meme ucunuzu ve çevresini karbonatlı suyla silmek hem meme uçlarının tahriş olmasını  hem de bebeğin ağzında pamukçuk oluşmasını engeller.

Diyelim ki bunları yapamadınız ve meme uçlarınız yara oldu. O zaman bende işe yarayan birkaç şeyi paylaşmak isterim:

*Lansiloh krem: Yarayı tek başına iyileştirmedi ancak yanma hissini epey azalttı. Bu kremin iyi yanı bebek emmeden önce silmek gerekmiyor.

*Ayva çekirdeği+gül suyu: Yarım fincan gül suyuna beş-altı tane ayva çekirdeğini koyup gül suyu jelleşene kadar bekliyoruz. Sonra bunu yaramıza sürüyoruz, ihtiyaç duydukça.

*Saf zeytinyağı: Benim inanışıma göre saf zeytinyağı her derde devadır. Bu yarama da sürdüm ve işe yaradığına inanıyorum.

*Memeler açık gezmek: Evet belki hastanede falan yapamazsınız ama evdeyken çıkarın üstünüzdekini ya da yapamıyorsanız eski bir tişörtünüzün vs. ön kısmında iki yuvarlak açın. Memeler kuru kuru kalsın ki hemen iyileşsin. Sanırım en çok faydasını gördüğüm şey buydu.

Bunlardan sonra naçizane verebileceğim tavsiyeler:,

*Bebek doğduğunda zihni tertemiz. İlk olarak nasıl besler, karnını nasıl doyurursanız sonrasında o yöntemi isteme olasılığı daha yüksek. O yüzden mümkün olduğunca bebeğinizi anne sütüyle ve doğrudan memenizden beslemeye çalışın. Meme uçlarım yara olduğunda sadece bir gün sütümü sağıp biberonla verdim, yaralar sürekli sürekli açılmasın diye. Küçük hanım önce biberonu almadı, ikinci-üçüncüde alıştı. Sonrasında mememi almak istemedi ama ben inat edince memeye devam ettik.

*Bebek ilk doğduğunda midesi büyükçe bir bilye kadar ancak. O yüzden sütüm bebeğime yetiyor mu, doymuyor mu diye düşünmeyin. Birkaç yudum bile içse onun için yeterli. Ancak mide küçük olduğu ve anne sütü de çok çabuk sindirildiği için bebeği sık sık emzirmeniz gerekir. Geneli bilmiyorum ama Ayşe Ece ilk doğduğunda neredeyse yarım saatte bir emziriyordum. Sık emzirmek ilk başlarda onun kendini güvende hissetmesi için de çok önemli.

*Sürekli aynı memeyi vermeyin. Her defasında bir memenizi verin. Hangisinde kaldığınızı hatırlamak için kendinizce yöntemler geliştirebilirsiniz. Ben ilk başlarda iki tarafı da düğmeli gecelikler giyiyordum. Bir sonraki sefer hangi memeyi vereceksem o tarafın en üst düğmesini açık bırakıyordum mesela. Bir de sağ memeyi vermişsem bebeği sağına, solu vermişsem sola yatırıyordum.

*En iyi süt yapan şeyler benim sıralamama göre, iyi bir ruh hali, dengeli beslenme ve bol sıvı, bol uyku. Bu yüzden lohusalık döneminde ne kadar zor olsa da ruh halinizi dengede tutmaya, düzgün beslenmeye ve bebek uyudukça siz de uyumaya özen gösterin.

*İlk başlarda çok gaz yapan yiyeceklerden uzak durmanızda fayda var, çünkü bu gaz olduğu gibi bebeğe geçebiliyor.

*Süt aynı bir insan gibi. Alınabiliyor, küsebiliyor. Sütüm yok derseniz, az derseniz o da küsüp gerçekten azalabiliyor ya da gidebiliyor. Ayrıca bir iletken gibi; yani sizin ruh haliniz sütünüz aracılığıyla bebeğinize geçebiliyor. Siz mutluysanız bebeğiniz de mutlu, siz huzursuzsanız o da huzursuz.

*İlk haftadan sonra sütünüz bol bol gelmeye başladığında bebek bunun sadece ihtiyacı kadarını alıp gerisini bırakabilir. Bu durumda memeleriniz dolup taş gibi olabilir. Buna halk arasında süt sıtması ya da lohusa sıtması deniyor. Bunu yaşadım; zangır zangır titriyordum ama ateşim çok yüksekti. Annem hemen sıcak duşa soktu, sonra bir göğüs pompasıyla sütü sağdık da öyle rahatladım. O yüzden bebek emdikten sonra memenizde hala süt varsa bunu sağmak faydalı olabilir. Bunları da süt saklama poşetlerine biriktirip derin dondurucuya atabilir, daha sonra kullanabilirsiniz.

İşte böyle... Şimdi Ayşe Ece sekiz buçuk aylık ve emzirme serüvenimiz tüm tatlılığıyla devam ediyor. Her ne kadar ilk başta epey sıkıntı çeksem de şimdi emzirmenin ne kadar harika bir şey olduğunu düşünüp duruyorum.

Umarım yazım yeni annelere, anne olacaklara faydalı olur. Bunlarla alakanız yoksa da en azından çevrenizdeki annelere ya da anne adaylarına da yardımcı olabilirsiniz elbette :)

Ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz bu adresi ziyaret edebilirsiniz: http://www.lllturkiye.org/Bilgiler/Emzirme%20pozisyonlari.html

                                 

3 Ekim 2014 Cuma

Mutlu Bayramlar

Herkese sevdikleriyle mutlu, huzurlu bir bayram diliyorum. Gece yatmadan önce bayramlıklarınızı hazırlayıp başucunuza koymayı unutmayın sakın :) Çikolataları da bir günlüğüne abartabilirsiniz bence.

13 Eylül 2014 Cumartesi

Oyun Oynuyoruz: Kimim Ben?

Sevgili Öznur'un daveti üzerine bu oyuna katılıyorum. İnsan böyle 20 maddeyle sınırlayınca zorlanıyor biraz. Birkaç günümü aldı bunu yazmak İşte 20 maddede ben (ya da bir kısmım):

1. 1988, Adana doğumlu bir kova burcu kişisiyim. Liseyi Adana'da, üniversiteyi Ankara'da okudum. Evlenince Gaziantep'e yerleştim. Bir buçuk yıldan sonra şimdi Malatya'dayız. Aslında şehir şehir gezmeyi seviyorum.

2. Kıyafetlerde pamuk takıntım var. Kimi insan bir kıyafete bakarken önce modeline, rengine, fiyatına vs. bakar; ben kumaş içeriğine. Mutlaka pamuklu olmalı. Ya da keten, yün, ipek gibi doğal içerikli. Sentetik olanları kullanamıyorum. Blog ismim de bununla alakalı biraz.

3. Hayatımda makyaj yaptığım gün sayısı bir elin parmaklarını geçmez sanırım. Parfümü de kızım doğduktan sonra onu rahatsız eder diye kullanmaz oldum. Şu an kullandığım kozmetik ürünleri, kokusu çok hafif bir roll-on deodoran ve nemlendirici.

4. Dakik bir insanım ve çevremdekilerin de böyle olmasını isterim. İnsanları bu konudaki hassasiyetlerine göre yargılamışlığım çoktur.

5. Doğal beslenmeye gayret ediyorum. Evimdeki hemen her şeyi kendim yapmaya ya da güvendiğim yerlerden almaya çalışıyorum. Paketli aburcuburları sanırım epey uzun bir süredir yemiyorum. Kolayı ise yanlış hatırlamıyorsam en son on yıl önce falan içmiştim.

6. Sigaradan nefret ederim. İçilen ortamlarda asla bulunmam, yeni tanıştığım bir insanın sigara içtiğini öğrenirsem, belki yanlış ama, onun hakkındaki düşüncelerim olumsuza dönüşebilir.

7. Ehliyetim yok ama çok iyi bisiklet kullanırım. Hatta üniversitede çalıştığım dönemde kampüse bisikletle gitmişliğim çoktur (bu arada gidiş yaklaşık bir saat, dönüş yokuş aşağı olduğu için yarım saatti). Onun dışında lisede hazırlıktan son yıla kadar okulun atletizm takımındaydım, orta mesafe koşucusuydum.

8. Sakatat hariç neredeyse her şeyi yerim. Yemek seçmem, yenmeyecek kadar kötü olmadıktan sonra da önüme ne konmuşsa nimettir der yerim. Ancak bir Adanalı olarak kebabın yeri de başka tabii ki, eklemeden edemeyeceğim.

9. Küsme diye bir huyum yoktur, belki incinirim ama asla küsmem. Zaten şimdiye kadar kötü nedenlerden dolayı görüşmediğim, daha doğrusu görüşmekten kaçındığım iki insan var. Bu nedenler de gayet geçerli (anlatsam roman olur minvalinde).

10. Anne olmadan önce çocukları çok seven bir insan değildim. Yani hani bazı tipler gördüğü her çocuğa yapışır, agucuklarla falan sever. Ben öyle olmadım hiçbir zaman, sanırım hala da değilim. Ancak artık daha şefkatli bir insan haline geldim annelikle, bunu fark ettim. Öyle ki annesiz kalmış bütün çocuklara annelik yapacak kadar güçlü bir şefkat duygusuyla doluyum artık.

11. İşimi, çevirmenliği, severek yapıyorum. Bir daha dünyaya gelsem, seçeceğim mesleklerden biri  yine bu olurdu sanırım.

12. Alışverişe zaman ayırmayı, dükkan dükkan dolaşmayı sevmiyorum. Bu yüzden yaklaşık dört yıldır neredeyse sadece internet üzerinden alışveriş yapıyorum. Ayakkabıyı eskidikçe ya da ihtiyaç duydukça ama bütçemle orantılı olmak üzere, en kalitelisinden alıyorum. Çantada ise durum şu: Bir tane çanta alıyorum ve eskiyene, yırtılana kadar onu kullanıyorum. Sonra yenisine geçiyorum. Mesela sekiz senedir bu kullandığım üçüncü çanta. En fazla aldığım ve kullandığım parçalar ise baskılı tişört ve gömlek. Alışveriş için bir yer gezeceksem de tercihimi yapı marketler, kırtasiyelerden yana kullanıyorum. Buralar benim mekanlarım :)

13. Kitaplarım hazinem diyebilirim. Genelde yılda bir-iki kez, aldığım notlar doğrultusunda bir liste oluşturur, sonra da toplu bir şekilde kitapları satın alırım. Yıl boyunca da bunları okurum.

14. Acil durumlarda, normalde birçok insanın telaşlandığı konularda serinkanlılığımı koruyabilirim.

15. El işlerinde becerikliyimdir. Şu sıralar yapmasam da yağlı boya ve sulu boya resim yapmayı severim. 

16. Evimde televizyon yok. Üniversitede yurtta kalırken alışmıştım televizyonsuzluğa. Sonra baktım gerçekten de bir faydası yok. İzlememeye başladım. Evlenirken de Ahmet'le ortak karar alarak televizyonu evimize sokmadık. Üç yıldır televizyonsuz ve mutluyuz.

17. Yazım kurallarına her zaman özen gösteririm. Okuduğum bir metinde sık sık yazım hataları olursa o metinden soğuyabilirim.

18. Hayatımda kahvaltı yapmadığım gün sayısı bir elin parmaklarını geçmez sanırım. (Ramazan ve kan tahlili yaptıracağım günler hariç.)

19. Genel anlamda hafızam çok iyi olsa da, aldığım bir şeyin fiyatını, dün bile almış olsam, hatırlayamam. Bunun nedeni de sanırım alırken fiyata bakmamam. Yani, diyelim bir ürün için kafamda belli bir limit var, buna en fazla 5 lira veririm diyorum; sonra o ürünü görüyorum, 4 lira. Tamam o zaman alıyorum, önemli olan 5'in altında olması.

20. Siyah renkli (bir paltom hariç) hiçbir kıyafetim yok. Siyahı tercih etmiyorum. En fazla ise beyaz, mavi, lacivert renklerde kıyafetim var. Bu renklere ek olarak sarı ve turuncuya da bayılırım.

İşte böyle... Okuyan herkesi bu oyuna davet ediyor, iyi hafta sonları diliyorum.


20 Ağustos 2014 Çarşamba

Anne

Mother's Love
Del Parson'un "Mother's Love" (Annenin Sevgisi) adlı tablosu. 


Bugün annem, kızım ve ben hastanedeydik. Annemin ufak bir sorunu vardı, doktora göründü. Ben de genel bir kontrol için kan verdim. İşlerimizi hallettik, bizi gideceğimiz yere götürecek servisi bekliyoruz. Bu sırada karşımızda oturan genç bir kadın bana, "Siz de mi fizik tedaviye geldiniz?" diye sordu, bebeğimi işaret edip. Ben de, "Yok, annem için geldik." dedim. Sonra kadın yanındaki iki yaşlarında olan kızıyla ilgilendi biraz. Ardından telefonu çaldı, kulak vermemiştim konuşmasına. Birden gözleri doldu, göz göze geldik. Ağlamaya başladı. Ben zaten dayanamam, ağlayan kişiye; ister tanıdık, ister yabancı. "Ne oldu?" diye sordum. "Annem..." dedi.

Annesi beyin kanaması geçirmiş, birkaç gündür devlet hastanesindeymiş. Telefonla görüştüğü kişi sanırım kardeşiydi. O sırada nefes alıp verişinde sorun yaşandığı için yoğun bakıma alındığını söylemiş. Bunları gözyaşları içinde anlattı.

Sonra, "Anneler bir başka, annen yanında olduğu için o kadar şanslısın ki..." gibisinden bir şeyler söyledi. Gibisinden diyorum çünkü işin içinde anne geçince bende film koptu, anlayamadım bile kadının söylediklerini. "Kıymetini bil." dedi sanırım. Kıymetini bil. Bu cümle gün boyu zihnimde yankılanıp durdu.

İyi bir evlatsanız, bal kaymak bir ilişkiniz varsa ne güzel, çok şanslısınız.

Sözüm diğer kısıma. Lafı  uzatmadan söyleyip gideyim:

Sadece, eğer bir anneniz varsa ve hala hayattaysa, kıymetini bilin. Klişe belki ama acı gerçek: Yarın çok geç olabilir.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Limonlu, Böğürtlenli, Haşhaşlı Kek

Bugün size harika bir kek tarifi vereceğim. Blog başlığında yer alan "pişirir" eyleminin hakkını vereyim biraz di mi ama :) Harika dedim ya abarttığımı düşünenler olabilir ama diyorum ki dört kişi bir oturuşta güzelce yemişiz, farkında bile değildik. O derece güzel yani...

Malzemelerimiz şunlar: (Bu arada bütün malzemeler oda sıcaklığında olursa kekinizin daha güzel olacağını bir kez daha hatırlatmak isterim.)

2 yumurta (orta boy)
1 su bardağından iki parmak eksik şeker
Yarım su bardağı yoğurt (kremayla da çok güzel oluyor, hatta daha güzel)
Yarım su bardağı sıvıyağ (ben bu denemede fındık yağı kullandım)
1 buçuk su bardağı un
1 tatlı kaşığı kabartma tozu
1 çimdik tuz
4 tatlı kaşığı haşhaş
1 limon kabuğunun rendesi (aslında burada miktar size kalmış, limon tadı baskın olsun isterseniz biraz daha abartabilirsiniz)
Yarım su bardağından biraz fazla böğürtlen (Bunun yerine ahududu, vişne vs. de kullanabilirsiniz)

Yapılışı:

1. Öncelikle fırını 180 dereceye ayarlıyoruz.
2. Kabımızı sıvıyağla yağlıyoruz. (Ben baton kek kalıbı kullandım.)
3. Bir kaba un, kabartma tozu, tuz ve haşhaşı alıp güzelce karıştırıyoruz.
4. Daha sonra yumurtaları çırpma kabına alıyoruz ve iyice köpürüp krema kıvamını alana kadar çırpıyoruz.
4. Şekeri ekleyip iki dakika kadar çırpmaya devam ediyoruz.
5. Yoğurt ve yağı ekleyip çırpıyoruz. (Evet, hala çırpıyoruz :)
6. Diğer kaba hazırladığımız kuru karışımı sıvı olanlara ekliyoruz.
7. Son olarak limon kabuğu rendesini ve böğürtlenleri de olaya dahil ediyoruz ama bu sefer çırpmıyoruz da bir kaşıkla güzelce karıştırıyoruz.
8. Karışımı yağladığımız kaba boşaltıyoruz, karıştırma kabında kalan hamura parmağımızı banıp tadına bakmayı ihmal etmiyoruz.
9. Kekimizi fırına atıyoruz ve zaman ayarını yapmayı unutmuyoruz (ya da saati not alıyoruz).
10. 30 dakika sonra dereceyi 140'a getiriyoruz. On dakika sonra da klasik kürdan testimizi yapıyoruz. Eğer içi pişmemişse aynı derecede bir süre daha pişirmeye devam ediyoruz. Bu arada dışı yanacak gibi duruyorsa derecenizi biraz daha düşürebilirsiniz. Fırınınızın pişirmesiyle alakalı biraz da.
Kekimizin profil fotoğrafı




Ben 30 dakika sonra kontrol ettiğimde içi tam pişmemişti, o yüzden dereceyi düşürüp on dakika daha pişirdim.

Keki fırından çıkardıktan sonra bir on dakika kadar bekletip kalıbından çıkarıyoruz. Yine (sabırlıysanız) bir on dakika daha bekleyip kesme işlemini yaparsanız dilimleriniz daha kolay kesilecektir.



Sonuçta dışı hafif kıtırımsı, içi yumuşacık bir kek elde ettim ben. Keki akşam yapmıştım, kalırsa fotoğraflarını sabah da çekerim, daha güzel olur diye düşündüm ama başta da dediğim gibi hepsi bitti gitti. (Reklamları izlediniz:)

Herkese afiyet olsun...

Kırık Kaseden Saksıya (Geri Dönüşümümsü)

Evdeki kırık çerez kasesini atmaya kıyamadım, sanki hayatına saksı olarak devam edebilirmiş gibi hissettim. O yüzden de şu haldeki kaseyi,



şu şekle dönüştürdüm.




Siz de kırılmasını beklemeden kavanoz, kase vs. eşyalarınızı bu desenli bantlarla dönüştürebilirsiniz. Yaşasın Derya Baykal ruhu :D



Bu arada bu desenli bantlar insanda bağımlılık yapıyor, her yeri bunlarla süslemek istiyorsunuz, söylemeden edemeyeceğim.


10 Ağustos 2014 Pazar

Taze Çıktı: Ölümün Gizli Yüzü, Chris Culver

Kısa bir reklam arası :)

Birkaç ay önce, bu sıralar çevirisini yaptığım bir kitap var demiştim. İşte o kitap yaklaşık bir hafta önce raflarda yerini aldı: Ölümün Gizli Yüzü, Chris Culver.

Polisiye sever bir okursanız beğeneceğinizi tahmin ediyorum. Ben çevirirken kitabın sonunu merakla beklemiştim ve son, beni epey şaşırtmıştı.

Kitap elime henüz ulaşmadı, bu fotoğrafı da Kitap Soluğu adlı blogdan aldım. 
                               

Reklamlar bitti, bol kitaplı günler :)

8 Ağustos 2014 Cuma

Çevirmenin Suçu Ne?

Temsili resmim

Hepimiz çeviri kitaplar okurken zaman zaman şöyle cümleler kurarız kendi kendimize:

"Bu isim bu kitaba ne alaka ya? Çevirmen nasıl bu ismi verir bu kitaba? Falanca isim bence daha güzel olurdu."

"Bu kadar da yazım hatası yapılmaz ki! Hiç beğenmedim bu çeviriyi."

"Ya kapaktaki kız sarışın, kitaptaki kız esmerdi. Çevirmen söylememiş mi acaba?"

"Bir sürü anlatım bozukluğu var. Çevirmenin aklı başka yerdeydi herhalde bunları çevirirken."

"Burada mantık hatası var; tamam kesin ya, bu çevirmen dalgın."

"Ne kadar çok ara cümle, ne kadar çok kesik çizgi var. Çevirmen becerememiş herhalde, bu yola başvurmuş."

"Ne kadar uzun cümleler ya, insan çevirirken şunları böler."

Ve daha buna benzer bir sürü eleştiride bulunabiliriz.

Şimdi çevirmenim diye bütün çevirmenleri savunacak halim yok, zaten her zaman çevirmen haklıdır diye bir şey de söz konusu olamaz. Burada anlatmaya çalışacağım, yukarıdakine benzer eleştirilerde suçun çevirmende olmadığıdır.

Örnekler üzerinden gidecek olursam: (Burada biraz da olsa yabancı dil bilgisine sahip olduğunuzu varsayıyorum. Zira yabancı dil bilmeden çeviri üzerinden eleştiri yapmak abes geliyor bana.)

* Kitapların üzerinde gördüğünüz, kimi zaman beğenmediğiniz, kimi zaman da cuk oturmuş dediğiniz isimler var ya, hah, işte onlara her zaman çevirmen karar ver(e)miyor. Bu konuda en son kararı genelde yayınevi veriyor, o da hangi ismin daha ilgi çekeceğini, daha çok satış getireceğini hesaplayarak bunu yapıyor. Yani çevirmen kitabın orijinaline sadık kalıp ismi bire bir çevirse de yayınevi bunu istediği gibi değiştirebiliyor. Bunun acı bir örneğini ben de yaşadım maalesef. Sırf daha çok ilgi çeksin diye kitapla neredeyse alakasız bir isim vermişlerdi. 

* Bazen belli etmesek de biz çevirmenler de insanız. Hata yapabiliyoruz. Evet, Word'de yazım hataları görünüyor; evet, -en azından ben- metni yayınevine teslim etmeden önce defalarca baştan sona okuyorum ama yine de gözden kaçırdığımız şeyler olabiliyor. Ancak burada suçu çevirmene atmak adaletsizlik olur. Çünkü bir editörün bu metni tekrar okuması gerek. Ama maalesef ülkemizde editörle -ya da adamakıllı bir editörle- çalışan yayınevi sayısı çok az. Pek çok kitap hiçbir kontrolden geçmeden baskıya veriliyor.

* Çevirmen söyler efendim, söyler de yayınevi bunu dinler mi? Pek çok kez yayınevi orijinal kapağı satın almak istemez, dışarıdan birine yeni bir kapak yaptırır ama buna da özenmeyebilir. Sonuçta ortaya kitabın ruhuyla alakasız bir kapak çıkar. Bunu da maalesef yaşadım. Kitabın birinde başkahraman kız mavi gözlü, kahkülleri olduğu ısrarla söylenen bir karakterdi ancak kapakta saçları beline kadar gelen, kahverengi gözlü bir kız vardı.

* Yukarıdaki yazım hatasında bahsettiğim şeyler burada da geçerli. 

*Mantık hatası olabilir, çevirmen bunu da fark etmiş olabilir ancak onun görevi bunları düzeltmek değil, çevirmek. Şöyle düşünün, Türkçe bir kitap okurken hiç mantık hatalarına denk gelmediniz mi? Geldiniz. Aynı şey yabancı kitaplarda olamaz mı? Olabilir. Bizde şöyle bir algı var, bir kitap yabancıysa kesin harikadır, mantık hataları olamaz, varsa da bu çevirmenin hatasıdır.

* Bu kesik çizgi de ara cümleler de, aynı şekilde devrik cümleler de, bir üslup meselesidir. Yazar öyle tercih ettiyse çevirmen olarak, "Ya ben bunları birleştireyim de uğraşmayayım şimdi bu çizgiydi, ara cümleydi." falan deme hakkınız yok. Mesela, Hemingway çeviriyorsanız onun az ama öz cümlelerini kısacık kısacık görüp birleştirmeye kalkarsanız yazara ihanet etmiş olursunuz.

* Yukarıda dediğim gibi yazarın üslubuna saygıdan uzun cümleleri bölme gibi bir lüksümüz yok. Bazen öyle bir cümle çeviriyorum ki sayfanın yarısını kaplıyor. Yazar da bilirdi tabii ki bunu bölmeyi ama böyle yazmışsa vardır bir bildiği, değil mi ama?

Bunlara ek olarak bir de çevirmen olarak yaptığınız güzel bir iş editör, kapağı hazırlayan grafiker vs. tarafından kötü bir hale getirilebilir. Örneğin, çevirdiğim bir kitapta doğru olduğundan adım gibi olduğum cümleler, ifadeler vs. bana danışılmadan başka şeylere çevrilmişti. Tabii ki baskıya gittikten sonra yapılacak bir şey yoktu. Bir daha da o yayıneviyle çalışmadım. Kapak tasarımına gelince, sizin özene bezene hazırladığınız kapak yazıları yazım ve imla kurallarından bihaber bir grafiker tarafından mahvedilebilir, ortaya da yazım hatalarıyla dolu bir kapak çıkabilir. Bir kitaba kafanızdan puan verirken ilk olarak, genellikle, kapağına baktığınızı var sayarsak bu çok acı bir şey. 

Kısacası çeviri kitaplarda bir sorun gördüğünüzde hemen çevirmene yüklenmeyin, bu dediklerimi de bir hatırlayın. Sevin çevirmenleri, cici onlar :)

Not: Burada bütün yazdıklarımın sonuna toptan bir "bence" koyuyorum.

Not 2: Bu da bir iç dökme yazısı oldu sanırım. 

7 Ağustos 2014 Perşembe

Aslında Her Şey Birer Oyuncak

Bebeklerin kendilerine alınan oyuncaklardan ziyade bunların dışındaki diğer her şeyle oynamaya meraklı oldukları herkesçe bilinen bir gerçek. Bizim kız da (kendisi 6 ayını yeni doldurdu) geleneği bozmayanlardan. Hoş, çok fazla oyuncağı yok, sadece hediye gelen oyun halısının oyuncakları ve onun dışında değişik sesler çıkaran ördek ve bir de kumaş kitabı var. Ama tabii ki sıkılıyor bunlardan da. Özellikle sevdiği şeylerden biri de sarkan şeyler, bu saç da olabilir, bir iplik de. Ben de buradan esinlenerek şöyle bir şey yaptım. Kalorifer peteğinin üst kısmındaki deliklerden kurdeleleri geçirdim ve bunlar epey hoşuna gitti. Kaloriferin önündeki minderler de onun oyun alanı olduğundan yeri de güzel oldu.





Bir de pet şişe hastası kızımız. Buna uygun olarak da ufak boy pet şişenin içine leblebileri koydum, hem hoşuna giden bir şey hem de salladıkça ses çıkarıyor. Bir taşla iki kuş :) Bu arada pet şişenin daha iyi günleri de olmuştu şüphesiz ama Ayşe Ece'den sonra bu hale geldi kendileri.